Oyunda olaylar, bir ailenin üç kuşak üyelerinin bir arada olduğu bir yılbaşı arifesinde ve onu izleyen iki gün içinde gelişir. Ahsen, dul ve mutsuz kızı Handan ve Asperger sendromlu (Otizmin bir türü) torunu Bülent ile birlikte yaşamaktadır. Ahsen’in zengin, şaşaalı bir geçmişi vardır. Bülent, annesi tarafından özel bir ilgi ve tıbbi destekle büyütülmüştür. Bilimsel konularda özel yetenekli ancak günlük yaşamda uyumsuzluklar içinde bir gençtir ve iletişim bozukluğu yüzünden evde anneanne ile vakit geçirmektedir. Ailenin geçmişteki parası tükenmiş, Nişantaşı’ndaki evden başka bir şey kalmamıştır.
Evde çalışan tek kişi Handan, mimardır ve tüm yaşamını oğlunun tedavisine vakfetmiştir. Birbirinden başka tutunacak kimsesi olmayan üç farklı kimliğin uzlaşmaz, zorunlu birliktelikleri, zaman zaman çatışmaları da beraberinde getirir. Geçmişin unutulmak istenen anıları, kırık yaşam öyküleri ve psikolojik sorunlar anne-kız arasında büyük bir hesaplaşmaya yol açar, geçmişin sırları ortaya çıkar ve yılbaşı akşamını kaosa döndürür. Yalnızlıkla, trajik bir geçmişle ve hastalıkla mücadele eden figürler, yaşamın gene de güzel olabileceğini gösterirler.
Basın Bülteni:
Tiyatro Pera’da Sezonun Ikinci Yeni Oyunu “Annem, Oğlum ve Ben” 23 Ocak'ta Başladı!
Tiyatro Pera’da sezonun ikinci yeni oyunu, Nesrin Kazankaya’nın yazıp yönettiği “Annem Oğlum ve Ben” 23 Ocak Cuma 2015 tarihinde prömiyer yaptı.
Dramaturgisini Şafak Eruyar’ın, kostüm tasarımını Fatma Öztürk’ün, dekor tasarımını Nilüfer Moayeri’nin, ışık tasarımını Zeynep Özden’in yaptığı oyunda görev alan sanatçılar: Serpil Tamur, Nesrin Kazankaya, Emre Çakman.
Oyunda olaylar, bir ailenin üç kuşak üyelerinin bir arada olduğu bir yılbaşı arifesinde ve onu izleyen iki gün içinde gelişir. Ahsen, dul ve mutsuz kızı Handan ve Asperger sendromlu (Otizmin bir türü) torunu Bülent ile birlikte yaşamaktadır. Ahsen’in zengin, şaşaalı bir geçmişi vardır. Dört kez evlenmiş, ilk kocasından olan oğlu gizemli bir kazada ölmüştür. Ahsen bunun hiç sözünü etmez, bu travma nedeniyle geçmişiyle ilgili anılarını karıştırmaktadır. Torunu Bülent, annesi tarafından özel bir ilgi ve tıbbi destekle büyütülmüştür. Bilimsel konularda özel yetenekli ancak günlük yaşamda uyumsuzluklar içinde bir gençtir; sosyal etkileşim ve iletişim bozukluğu yüzünden evde anneanne ile vakit geçirmektedir. Anneanne ve torun yüksek bir yaşam coşkusuyla birbirlerine bağlıdırlar ve bir arada çok eğlenmektedirler. Ahsen torununun hastalığını görmezden gelmekte ve onun yaşamına yönelik tüm düzenlemelere karşı çıkmaktadır. Ailenin geçmişteki parası tükenmiş, Nişantaşı’ndaki evden başka bir şey kalmamıştır.
Kocası tarafından yıllar önce terk edilmiş olan Handan mimardır ve evde çalışan tek kişi odur. Sevmediği bir kurumda çalışmaktadır; tüm yaşamını oğlunun tedavi ve terapisine vakfetmiş; kuralcı, gelecek korkusuyla aşırı disiplinli bir kadındır.
Birbirinden başka tutunacak kimsesi olmayan üç farklı kimliğin uzlaşmaz, zorunlu birliktelikleri, zaman zaman çatışmaları da beraberinde getirir. Geçmişin unutulmak istenen anıları, kırık yaşam öyküleri ve psikolojik sorunlar anne-kız arasında büyük bir hesaplaşmayı da birlikte getirir, geçmişin sırları ortaya çıkar ve bir yılbaşı akşamını kaosa döndürür.
Yalnızlıkla, trajik bir geçmişle ve hastalıkla mücadele eden figürler, yaşamın gene de güzel olabileceğini gösterirler.
Basından:
1.2.2015, Aydinlik Gazetesi, Hayati Asilyazici
Bir yükselişin öyküsü ‘Annem, Oğlum ve Ben’
Nesrin Kazankaya, deneyimli ve çok başarılı bir oyuncuydu. Oynadığı oyunları çok iyi anımsıyorum. Devlet Tiyatroları’nda yeteneğine, fiziğine ve oyunculuk gücüne uygun çok iyi oyunlarını izledim. Tiyatro Pera’da yönetici, oyuncu, yazar, çevirmen ve tiyatro bölümünde eğitmen olarak genç yetenekleri ortaya çıkarmaya başladı. Önce yazdıkları oyunlar dikkatimi çekti, giderek ilgi odağımda yer aldı: “Seyir Defteri (Julia)”, “Dobrinja’da Düğün (Bir Günün Trilogyası), “Şerefe Hatıralar (İstanbul 1955)”, “Profesör ve Hulahop”, “Quintet-Bir Dönüşün Beşlemesi”, “Kazaen (Beyoğlu’nda Çarpışmalar)”. Ardından çeviri oyunlarını izlemeye başladım. Çeviri oyunlarına gelince İngilizce ve Almanca’dan çeviriler yaptı ve tiyatromuza kendi yapıtları gibi özenli çeviriler kazandırdı. Shakespeare’den “Yanlışlıklar Komedyası”, “Venedik Taciri”, “Kısasa Kısas”. Çehov’dan “Vanya Dayı” ve “Brecht Kabare”. Buraya kadar saydığım oyunlarla Tiyatro Pera, üne erdi ve bir yöntem geliştirmekte olduğunu gösterdi. Yazdığı ve çevirdiği oyunlarla Nesrin Kazankaya tiyatroda bir ivme kazanıyordu. Genç oyuncular ve deneyimli profesyonellerle soluklu bir yolun yolcusu olduğunu kanıtlıyordu.
Son 3 dönemdir yine değişik ve ses getiren, tiyatromuza ve repertuvarına katkılar sağlayan oyunlarla Nesrin Kazankaya artık doruğa tırmanmış bir tiyatro insanıydı. Yazar, yönetmen ve oyuncu olarak tüm çalışmaları ile bir biçem (üslup) oluşturmuştu. Repertuvarına baktığımızda ekip çalışması yaptığının ayırdına varırız. Tiyatro sanatçısı olarak ayrıcalığı olağanüstü düzeye ulaşmıştı. “Ah Smyrna’m, Güzel İzmir’im” müzikli oyunu yepyeni bir anlatımla sahnelenmiş ve yorumlanmıştı. Öylesine ilgi gördü ki üçüncü yılında bu dönemin yeni oyunlarına eşlik ediyor. “Ah Smyrna’m Güzel İzmir’im” oyunu, müzikli oyunlarda ender görülen bir tragedyayı da içeriyor. Zorunlu değişimin (mübadelenin) yurt sevgisinden, aile bağlarından, vatan toprağından koparılışının tragedyasıdır. “Güzel İzmir’im” ve “Akdeniz Müzikali” tiyatromuzda bir yeniliktir. “Akdeniz Müzikali” özellikle müzikli oyunlar türünde benzersiz ile bir ilki oluşturuyor. Portekiz’den başlayıp İspanya, Fransa, İtalya; dağılmış, parçalanmış eski Yugoslavya, Yunanistan Kıbrıs ve Türkiye uzun görsel ve işitsel güzellikleriyle her ülke sosyopolitik, toplumsal çalkantılarıyla birlikte olağanüstü güzel yorumlanıyor. Her müzik parçası çalışılarak en iyi biçimde seslendiriliyor. Bir tiyatroda bulamayacağınız değerde bu müzikaller görülmeye değer niteliktedir. Bütün bu oyunların başarılı dramaturgunun Şafak Eruyar olduğunu belirtmeliyim.
BIR PSİKODRAMDAN KESITLER
“Annem, Oğlum ve Ben” adlı oyunu izlerken bir yandan da kendime yol haritası çiziyordum. Kurgusuyla, diyaloglarıyla birlikte sunulan içerik, bir yazarın olağanüstü başarısını sergiliyordu. Yukarıda saydığım oyunlardan bütünüyle ayırt ediciydi. Psikodramanın çözümleyiciliğini yapabilmem için dünya tiyatrolarında gördüğüm bütün oyunları daha sonra düşünmeye başladım. Çağdaş psikolojik oyunlar listesinde Freudyen analiz ve sentezlere bakarak bunca yıldır izlediğim oyunları gözden geçirdim. Ruhbilimsel çözümlemeler, anlatılması çok güç sahnelerle bu üçlünün doruğa ulaşan yorumlarını anlamaya çalıştım. 21. yüzyılın dünyamıza ve ülkemize getirdiği sayısız olumsuzlukların insan psikolojisine nasıl etkiler yarattığını bu oyunda gördüm. Özellikle ülkemizin içinde bulunduğu bugünkü koşulları bana göre en iyi anlatan oyunlardan biri. Ülkemiz sorunları her açıdan değerlendirilebilir ve değerlendiriliyor da. İnsanı mutsuz eden stresten nasıl vurgun yediğini bu aile dramında görüyoruz. “Anne” rolünde Serpil Tamur’un, uzun oyunculuk yolculuğunda son durak demeden doruğa tırmanışı sanatçının yeni bir göstergesidir. “Annem, Oğlum ve Ben” oyununu yazan yöneten üçlünün doruğa çıkışında etkin olan Nesrin Kazankaya, tiyatromuza yeni bir ses getiriyor bu oyunuyla. “Oğul” karakterinde de Emre Çakman Asperger sendromlu ve otizm hastası bir genci inanılmaz bir güzellikte canlandırıyor. Tiyatro Pera’da bu üçlünün olağanüstü oyunu her insanın görmesi gereken bir tiyatro olayıdır...
2.2.2015, DirenSanat, Yasar Ilksavas
ANNEM, OGLUM ve BEN
Kimi oyunlar vardir, elestirisini yazarken zorlanirsiniz, dogru sözcükleri bir türlü bulamazsiniz, cümleler yavanlasir, git-geller içinde kalirsiniz, yaziyi bitirme süreniz uzadikça uzar. Kimi oyunlar vardir, daha perde kapanir kapanmaz neler yazacaginiz kafanizda belirlenir; bir an önce masanizin basina oturup düsüncelerinizi kagida dökmek istersiniz. Tiyatro Pera’da izledigim Annem, Oglum ve Ben iste bu tür oyunlardan.
Oyundan çikar çikmaz evime kosup bilgisayarimin karsisina geçtim. Nazan Soray’in CD’sini koydum CD çalarima, önce bir müzik kapladi odami, sonra Nazan Soray’in sesi: “Hayat kiracak, sen yapistiracaksin. Hayat kiracak, sen yapistiracaksin…”
Herkesin en mutlu oldugu, ya da en mutlu olmaya çalistigi, bir yilbasi arifesinde dört duvar arasina sikismis bir aile: büyükanne Ahsen, kizi Handan ve Handan’in Asperger sendromlu oglu Bülent. Ahsen’in basindan birkaç evlilik geçmis, bol parali, sasali günler yasamis ama artik elinde oturduklari daireden baska bir sey kalmamis.Handan’in da mutsuz bir evliligi olmus. Ailenin geçimini saglamak için çalisan tek kisi. Her seyini oglunun sagligi için harcamis. Bülent bilimsel açidan olaganüstü bir yetenege sahip, ama gündelik yasamda uyumsuz. En iyi iletisim kurdugu kisi büyükannesi. Ahsen’in de, Handan’in da derin acilari vardir ama Ahsen neseli, canli, hayat dolu, hayati umursamaz görünümüyle gizlemektedir bu acilarini. Sürekli, insanin mutlu olmak için hayatta varoldugunu söyler; yalniz torununu ve kizini degil, kendini de buna inandirmaya çalisir. Hayatin her darbesinden sonra bu inanca sarilarak ayakta durmayi, ailesini hayatta tutmayi basarir…Yalnizlikla ve hayatla mücadele ederek varolmaya çalisan, birbirlerinden baska hiç kimseleri olmayan üç yalniz insanin drami Annem, Oglum ve Ben.
Nesrin Kazankaya bi kez çok basarili bir metne imzasini atiyor. Herbir kisiyi en ince ayrintisina kadar incelemis, hattâ onlara asina gibi sanki. Insani çesitli boyutlariyla, çesitli duygulariyla, yalnizligiyla, acilariyla, hayatla mücadelesiyle… gündeme getirdigi için rahatlikla genele açiliyor. Oyunu izlerken kendinizden ya da yakin çevrenizden bir seyler buluyorsunuz. Annem, Oglum ve Benusta isi bir tiyatro metni.
Kazankaya ayni ustaligini yönetmen olarak da göstermis. Oyuncularin yeteneklerini ön plana çikartarak, abartidan uzak, yalin, temponun hiç düsmedigi bir reji gerçeklestirmis. Bu yalinlik oyunun etkisini daha da arttirmis. Yasanan acilar insanin içine ince sizilar halinde isliyor..
Farkli ekollerden gelmis olmalarina ragmen oyunun üç kisilik oyuncu kadrosu hiç bozulmayan bir birliktelik ve uyum içinde yorumluyor rollerini. Emre Çakman’i üç yildir izliyorum Tiyatro Pera’da. Her rolünün hakkini veren, sesini çok iyi kullanan, seyirciyi etkisi altina almayi basaran genç bir oyuncu. Bu kez çok zor bir rolü kusursuz canlandiriyor. Bir an olsun kopmuyor oyundan, herbir ani özenle degerlendiriyor. Nesrin Kazankaya’nin “Handan” rolünü çok sevdigi, severek oynadigi belli. Son derece inandirici bir kompozisyon çiziyor. Oglu için gösterdigi çabayi, mücadelesini, hep suçlanmasini, kendini hep suçlamasini, o korkunç çaresizligini yalnizca sözcüklerden degil vücut dilinden, bakislarindan da anliyorsunuz. Handan’i oynamiyor, yasiyor sanki.
Ve Serpil Tamur. Dogru ve iyi oyunculugun en güzel örneklerinden biri. Ailesini ayakta tutmak için gösterdigi çaba, mutsuzlugunu mutlulugu oynayarak gizleme, hayati güzel göstermeye çalisma gayreti… “Ahsen” daha baska türlü yorumlanamaz diye düsünüyor insan. Ve son zamanlarda sahnelerde duymayi özledigimiz o güzel türkçesi. Tadina doyum olmaz bir oyunculuk resitali izliyorsunuz sahnede.
Annem, Oglum ve Ben yasam gerçegiyle sahne gerçeginin birebir örtüstügü, metniyle, rejisiyle, dekor-kostümü ve oyunculuguyla bu yilin en önemli, tiyatroseverlerin kaçirmamasi gereken, her seye ragmen hayatin güzel oldugunu, mücadele ederek hayati yenebilecegimizi göstermesiyle de umut veren bir oyun.
Nazan Soray sarkisini söylemeyi sürdürüyor: Hayat kiracak, sen yapistiracaksin. Hayat kiracak, sen yapistiracaksin….
YASAR ILKSAVAS
www.dirensanat.com
Broşürden:
Onlar ve Biz - Yönetmenin Yazisi
Onlar ve Biz...
Ahsen’i, Bülent’i Handan’ı tanıyorum. Onları hiç görmedim, yaşamımın hiç bir anında yer almadılar. Ama sanki onlarla yaşamışım, kahkahalarını, gözyaşlarını paylaşmışım gibi geliyor bana.
İstanbul gibi bir metropolde, yığınlar içinde yalnızlığı, siyah beyaz bir kalabalık fotoğrafı içinde, kırmızıyla daire içine alınmış bir kişi gibi hissedebiliyorum. Hiç hissetmedim diyen var mı acaba? Birbirlerine sığındıklarını fark etmeden, en yakınındaki kişiyi incitmeyi bilinç altı bir görev gibi üstlenen anne kızın yaşamı, hangimize yabancı? Filmlerde izlerken, romanlarda okurken, ayrıcalıklı zekalarını, dünyayı farklı okumalarını hayranlıkla karşıladığımız otistik/Asperger’li figürlerle günün yirmi dört saatini paylaşmak da o kadar keyifli olur muydu? Gelecek korkusuyla, içinde yaşanan “an”ı kaçırıp, yaşamı doldurulması gereken bir süreç gibi görmek, sadece başkalarında gördüğümüz bir kusur mu? Bize teğet mi geçiyor? Sevdiklerimiz için yaptığımız fedakarlıkların hesabını onlara kesmeye kalktığımızda, yapılan işin adı hâlâ fedakarlık olabilir mi? Bence Ahsen’i, Bülent’i, Handan’ı hepimiz bir yerlerden –belki kendimizden- gayet iyi tanıyoruz.
Tiyatro Pera’da sahnelediğimiz her oyunda, dram sanatının farklı bir alanında dolaşmaya çalıştık; bu kez psikolojik dram sınırları içinde dolaşıyoruz. Bu sınırlar biz oyuncuları da, en derinde yatan, bazen kendimizden bile sakladığımız duygularımızla yüzleştirdi. İnsan aklı gizemli bir kara kutu.
Konuk oyuncumuz Serpil Tamur, yalnızca oyunculuğuyla değil, tiyatro tutkusu ve coşkusuyla da tiyatromuzu zenginleştirdi, güzelleştirdi. Kendisine teşekkür ederim.
Tıpkı bir oyuncu gibi başka kimlikleri anlamaya, onları kendimizde bulmaya çalışmak; tıpkı bir tiyatro gibi ortak bir “söz”ün çevresinde buluşup, onu birlikte aktarmaya çabalamak güzel olmaz mıydı?
Nesrin Kazankaya
Tiyatro Pera Sanat Yönetmeni
kapisi kapali etrafi sarili, içimizde yürür hiç görmeyiz onu - Kapisi Kapali / Adamlar
Bos evde esyanin sesini dinlemekten yorgun, bilgisayarin basindan kalkip pencereyi açiyorum. Sehir yanip sönüyor karsimdaki binalarin pencerelerinde. Aksamin indigini haber veriyor sokak lambalari. Kaldirim kalabalik. Insanlar azgin bir nehir gibi akip duruyorlar isikli vitrinlerin önlerinden. Bir kovan dolusu ari. Tek bir cümle olsun ayiklayamiyorum kulaklarimi tika basa dolduran gürültüden. Vizildayip duruyor insanlar. Kimse kimseyi dinlemiyor. Hepsi ayni anda konusuyor. Araba kornalari, polis sirenleri karisiyor seslerine. Sehir kocaman bir koro, her parçasi alabildigine detone, yine de hepsi ayni anda dile gelince, kendi içinde tuhaf, insani sasirtan bir bütün yaratiyor. Sokak ugulduyor. Iki taraftan çekilip duruyor sanki disarida gördügüm sey, dalgalaniyor, yükseliyor, asagi çekiliyor. Kim bu insanlar? Hiçbirini tanimiyorum. Hiçbiri birbirini tanimiyor. Yüzlerce düsünce teget geçiyor kaldirimda. Nadiren çarpisiyor. Yüzlerce rüya. Yüzlerce kirik kalp. Yüzlerce yalniz. Sonsuz bir telas. Otobüslere biniyorlar canhiras. Metrolardan iniyorlar. Bir an evvel evlerine varip televizyonun karsisina oturacaklar belki. Bir televizyon dizisinin ahmakligina birakacaklar kendilerini, dünya derdinden kismen uzak, kimselere anlatmadan içini, yüregindeki firtinayi bastirarak açligini bastirir gibi, ta ki göz kapaklari agirlasana dek. Belki öncesinde makarna suyu koyacaklar ocaga. Belki iki yumurta kiracaklar. Belki de kapisini açip anahtarla bos evin, isiklari açmadan, tek lokma yemeden yataga girecekler. Biraz da aglayacaklar. Birine anlatmak, sonra o birine sarilmak isteyecekler o zaman, birlikte aglamak isteyecekler. Ama su anda itisip duruyorlar sadece. Birbirlerinin yüzüne bakmadan geçip gidiyorlar. Sehir adimlarinin altinda eziliyor, vahsi bir hayvan gibi devinip duruyor, bir derdi var sehrin, kalbi çok kirik, kimselere söyleyemiyor, belki de can çekisiyor.
Her seye isim takmaya, tüm olasi ruh durumlarimizi kategorize etmeye bayilan insan akli, çogumuzun kalbinin en derininde titresen o kabuklu yere de bir isim takmis: modern yalnizlik. Çagin vebasi. Bizi agzimiza kadar tika basa dolduran ama bir o kadar bombos birakan bir kara delik. Bizi yutuyor, içimizdeki insani kaninin son damlasina kadar içip, etlerimizi didik didik edip, kemigimize kadar siyiriyor ne varsa, geriye sadece posamizi birakiyor. Her sabah geceden kurdugu alarmla panik halde güne baslayan, gözünü açar açmaz sosyal medyadaki vitrin hayatina kaldigi yerden devam eden, aylardir görmedigi hatta sesini dahi duymadigi birinin dün gece koydugu fotografin altina biraktigi sari kafali bir gülen surata sevinen, kimseye günaydin demeden güne baslayan, A ve B noktasi arasinda bir banliyö treni gibi gidip gelen yüzlerce posa… Camdan disari bakmaya dahi halleri yok. Kafalari önlerinde, kalabalik arkadas listelerinin boyali dünyalarini seyrediyorlar ellerindeki akilli camlarda. “Seni özledim” diyorlar birilerine. “Haftaya mutlaka görüselim” diyorlar. Hiç dokunmadiklari hayatlara dokunmus gibi yapiyorlar isaret parmaklariyla. Seviyormus gibi yapiyorlar. Özlemis gibi. Arkadasmis gibi. Bir selfie çekiyorlar pesine. Telefonun cam ekranini kendilerine çevirip sanki yasayan bir seye bakar gibi bakiyorlar, fotografi çeker çekmez silinen bir gülümseme yapistirip suratlarina, altina eksi suratlariyla tatli sözler ilistiriverip, yalnizligin uçsuz bucaksiz evrenine saliveriyorlar. Belki bir gören olur, belki bir begenen.
Ne kadar kalabaligiz. Ne kadar çok tanis var etrafimizda. Ne çok isim, ne çok yüz, ne çok insan hemen yanimizdaymis gibi duran ama fersah fersah uzagimizda aslinda. Gece rüyalarimiza girip duruyorlar bilmeden. Gün içinde yok yere aklimiza geliyorlar. Çünkü hayatlarinda olan biten her seyi mustuluyorlar bize. Her seylerinden haberdar ediyorlar. Bebeklerine o gün ne giydirdiklerinden, dün gece ne yediklerinden, geçen üç ayda ne kadar kilo verdiklerinden…Herkesi ne çok taniyoruz. Oysa iki kadeh raki içmisligimiz yok bir masaya ilisip. Üçüncü kadehten sonra misal, iki dakika sessiz kalip bir sigara yakmisligimiz yok karsilikli, öylece gözlerimizi uzaklara daldirip susup kalmisligimiz yok içimizden birinin ettigi bir lafin üzerine. Birbirimizin gözlerinin içine bakmisligimiz yok. Fotograflarla biteviye belgeledigimiz parlak renklere boyali sikir sikir hayatlarimizin döküntü kulislerine adim atmisligimiz yok. Kuliste yarasini saran soytarilariz aslinda ama kimselere yaramizi göstermisligimiz yok. Birbirimizi dürtüp durmaktan bitkiniz. Gerçekten en son ne zaman birine dokunmustuk? En son ne zamandir sevmistik birini kaburgalarimiz aciyasiya? En son ne zaman aglamistik sümüklerimiz akarak birinin karsisinda?
Sehir son sürat bosaltiyor içimizi. Artik inandigimiz kavramlar etrafimizi saran ekranlardan akiyor bize. Gecenin karanliginda noel isiklari gibi yanip sönen pencerelerin ardinda tek basimiza oturup türlü ekrana bakiyor, onlarin soluk isigindan medet umuyoruz. Derinlemesine düsünmüyoruz neredeyse hiçbir konu hakkinda. Her türlü insani tepkimemiz reflekse dönüsmüs. Anlik ve geçici olana meylimiz var. Tutunmaya yeltendigimiz her sey görüntülerden ibaret ve cansiz. Özgürlük sandigimiz sey mahkûmiyetin yeni bir versiyonu. Komsularimiz duvarin arkasindan ara sira boguk konusmalarini duydugumuz, kapisini çalmaya çekindigimiz, bize benzedigini hayal ettigimiz insanlar. Ayni evde yasadiklarimizla da görünmez duvarlar insa etmisiz aramizda. Cebimizde ayni kilidin anahtarini tasimak disinda neredeyse kalmamis bir ortak yanimiz. Her gece salondaki koltuk takiminin iki kösesine kurulup birlikte uykumuzun gelmesini bekledigimiz kadinin ya da bin yildir ayni masada kahvalti ettigimiz adamin o gün cani neye sikilmis? En son ne zaman sorduk? En son ne zaman anlatti? En son ne zaman dinledik? Modern hayatin sonsuz olanaklari son sürat yakinlastirirken bizi hiç bilmedigimiz tonla insanla, hemen yanimizdakilerle hangi ara düstük bu kadar uzak?
“Benim yalnizligim insanlarla dolu” diyor modern yalnizligin üstadi Kafka. Pencereden disari baktigimda gördügüm, kafalari önde sürekli yer degistiren kalabaligin hissettirdigi bundan baskasi degil…